Byung Chul Han, "yorgunluk toplumu" kitabının girişinde; her çağın nev-i şahsına münhasır hastalıklarının olduğunu ve 21. yüzyılın hastalığının da bakteri ve gripten kaynaklanan hastalıklardan ziyade sinirsel kaynaklı hastalıklar olduğunu ifade eder.
Hatta bir kaç tane de depresyon, dikkat eksikliği, tükenmişlik sendromu, sınırdaki kişilik bozukluğu, hiperaktivite bozukluğu gibi hastalık örnekleri verir.
Peki tıp alanında ilerleme kaydedilirken 21. yüzyılda hastalığın çeşidi neden sinirsel kaynaklı olmaya başladı? Bu sorunun cevabı, elbetteki çok boyutlu değerlendirilebilecek bir potansiyele sahip. Tek bir cevaba indirgemek, isabetsiz bir yaklaşım olur. Fakat şu var ki, yaşadığımız bu çağın değer ölçü birimlerinden en güçlüsünün "performans" olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Iyi performans sahibi olmayan bir at nasıl ki yarıştan dışlanıyorsa, bu çağda da bireyler, yeterli efor harcamaz ve beklenen performansı göstermezse hayat yarışının dışına itiliyor. At yarışlarının ya da formula yarışlarının kuralları tabiri caizse,sosyal hayatımızın her alanında benzer mantıkla hareket ediyor.
Dolayısıyla "yarış" varsa; rekabet, hız, hırs, yüksek kalite ve yüksek efor beklentisi, enerji harcama, sadece hedefe odaklanma gibi "performans toplumu" nun gösterge kavram ve olguları, hayatın her alanında kaçınılmaz, vazgeçilmez ve en başat bir rol oynar hale geliyor. Yüksek performansa ve yarışa odaklanmış bir zihin, Chul han'ın da dikkat çektiği gibi yüksek kaygı ve stresle başlayan sinirsel hastalıkların önünü açacaktır elbette.
Öğrenci ebeveynleri olarak gençlerimizin; ilgilerini, öğrenme türlerini, kavrama hızlarını, sosyal becerilerini, yeteneklerini gözardı ederek, onların başarı göstergelerini çözdüğü testten çıkardığı nete indirgemek ve onları kendi istediğimiz "gözde meslek" e zorlamak bir ''yarış"ın göstergesidir. Sosyal hayattan ve insanî ilişkilerden kopararak özel derslerden ve denemelerden başını kaldırmadan bizim hayalimizdeki statüyü yakalaması için rekabete soktuğumuz
çocuklarımızın belki de bir çok yeteneğini böyle yaparak köreltebiliyoruz. Marifet iltifata tâbidir derler. Görmezden gelinen başka marifetler sönmeye mahkumdur. Tıpkı yeraltında kullanılmayan ve öylece bekleyen madenler gibi.
Yarış atını biliriz hepimiz. Bu yarışmada asıl yarışan atlar değil onların arkasındaki sahipleri ve çilerdir. Atlar kazanınca bu arkasındakiler de kazanır.
Ama olan ata olur. Acaba ebeveynler olarak, çocuklarımız üzerinden biz mi yarışıyoruz ? "Bizim"olamadıklarımıza, yapamadıklarımıza, beceremediklerimize ve ulaşamadığımız sınıf ve statü" ye çocuklarımızı yarıştırarak mı vardığımızı zannediyoruz? Onları bir sosyal övünç kaynağı olarak mı görüyoruz? gibi sorular, bu girilen yarışta cevaplanmayı bekliyor.
Ebeveynler olarak bir başka hırslı rekabet ettiğimiz alan ise yine çocuk yetiştirme tarzımızla alakalı olan hatta "proje çocuk" olarak kavramsallaştırılan bir konu. Çocuklarımızı akıllı , başarılı, yetenekli, tüm meziyetleri üzerinde barındıran, her şeye sahip, her yerde hazır ve nâzır bir"avatar" olarak tasarlamaya çalışıyoruz. Başlangıçta iyi niyet taşıyarak yola çıkıyoruz aslında. Ama ebeveyn hırsı frene basmak bilmedi mi küçük şeylerle asla mutlu olmayan, mutluluk eşiği çok yüksek yorgun nesiller ortaya çıkıyor.
En popüler okullar,bitmek bilmeyen bir sürü kurs çeşitleri, özel eğitimler, takviye kurslar ve daha birçok farklı aktivite yaratıcılık adına ardı arkası kesilmeden hayatlarını sarmalıyor. Pahalı oyuncaklar, harçlık sıkıntısı çekmesin ve istediğini alsın diye bolca cebine koyduğumuz paralar, akranları arasında komplekse girmesin diye aldığımız kaliteli cep telefonları ve markalı elbiseler, yorulmasın diye hiç bir işte çalıştırmayışımız, psikolojisi bozulmasın diye hasta ve cenazelerden uzak tutuşumuz, huyu suyu benzemesin diye başka sosyal sınıflardan çocuklarla oynatmak istemeyişimiz... vs gibi daha birçok uygulamamız, aynı yarış ve rekabet olgusunun bir devamı.
Çocuklarımıza seçenek sunmakla, onları hırslı bir rekabet ortamına atmayı karıştırıyoruz sanki. Satın alınabilecek her şeyi emek çekmeden ayaklarının altına sermeyi "eğitim" zannediyoruz. Bu fırsatları sunma yarışına girmeyen ebeveynler ise kendisini "Acaba ilgisiz miyim " diye de suçlayarak komplekse bile girebiliyor. Yetenekleri, ilgileri, mizacı gözardı edilerek, hakim başarı kalıplarına göre davranarak, mükemmeliyetçi bir tutumla çocuklarımız üzerinden girdiğimiz bu yarışta, değer-duygu-ahlak denklemini hiç hesaba katmıyoruz. Hayatının her alanı önceden düzenlenmiş, risklerden arındırılmış, tüm imkânlar seferber edilmiş, steril ve izole edilen bir hayat sunulmuş çocuklarımıza, yaptığımız bu kadar yatırımdan sonra da onlardan çok büyük beklentilere giriyoruz. Her şey yolunda gitmeyince de umut kaybı, yorgunluk, kınanma korkusu, yetersizlik hissi, beceriksizlik gibi daha bir çok psikolojik sıkıntı ve emek kaybı yaşanıyor.
Mücadele yeteneği gelişmemiş, her imkanı hazır buldukları için sorumluluk alma, karar verme, kriz yönetme ve risk alma yetenekleri gelişmemiş, olgunlaşması ilerki yaşlara kayan bir kişilik de arkasından gelebiliyor. Ama zengin imkan ve fırsatlar sunulup da kendisini bir çok farklı dalda yetiştiren insanlar da az değil.
Yüksek bir gelire sahip olmak, ihtiyaçlarımızı zorlanmadan almak, ihtiyacımızın haricindeki diğer zevk aldığımız ürün ve imkanlara zorlanmadan ulaşmak, yatırım yapmak gibi ekonomik seviyesi yüksek olan bir kişi olmak, bir çoğumuzun reddedemeyeceği bir istektir.
Ekonomik olarak zengin olmak, kazanmak, büyümek, harcamak, daha fazlasına sahip olmak, güç elde etmek,elde edilen bu gücü başka alanlarda iktidar aracı olarak kullanmak, karizma ve prestij sahibi olmak, nüfuz alanını genişletmek, popüler olmak, diğer güç sahipleriyle rekabet etmek ve onları yenmenin zevkini yaşamak, insanları yönetmek vs. gibi olgular, insanoğlunun kadîm bir şekilde ulaşmak için mücadele verdiği "haz alanları"ndandır. Bu "haz alanları" diye bahsettiğimiz olgular da içinde zehirli hırs barındıran bir "yarış" tır. Etrafımıza bakınca küçük/büyük her meslek grubunda ya da şirketlerde az-çok gözlemleyebiliriz. Hatta bu yarışın küresel firmalarda daha profesyonel ve rasyonel bir şekilde yürütüldüğünü görürüz. Küçük işletmelerin bile hayranlıkla karşıladığı ve örnek alarak ulaşmak istediği seviye de bu yarıştır. Çünkü "rekabet ve yarış" artık ekonominin kaçınılmaz bir politikası haline geldiği için bu politikaya uymayanları otomatik olarak piyasa şartları dışına itiyor.
Ekonomik yarışın, tek amentüsü "kazanma" olup bir kişinin hayatının temel mottosu olduğu zaman tüm ilkeler, etik kuralları ve değer sistemi bu amentüye göre artık şekil alıyor. Servet büyütme yarışında ilke ve değer gözardı edildiği zaman; hırslı bir yarış, cimrilik, ihtiras, rakiplerini ezip geçme, çalışanın emeğinden ve zamanından çalma, hased etme, ayak oyunları üzerinden strateji üretme, en önde olma, popüler olmak için daha gösterişci bir karaktere bürünme,
hırsla gelen kibir, adil olmama, doyumsuzluk, memnun olamama, ekonomik kıyaslama ve kıskançlık, sürekli olarak hız isteği, çok sık strateji değiştirme, duygusal körlük vs. gibi daha sayabileceğimiz bir çok sorunu da beraberinde getiriyor.
Bu "yarış psikolojisi"ne sahip insanlar, servetini devam ettirecek olan çocuklarının ahlâklarına yatırım yapmadıkları zaman, bir kaç nesil sonra biriktirilen o servet afiyetle ve vefasızca tüketilebiliyor. Bu bahsettiğimiz sorunlar küçük ölçekli işletmelerin ya da ortalama bir insanın servet yarışından doğan sorunlar. Bir de çokuluslu dev küresel şirketlerin büyüme yarışı var ki onlar çok daha acımasız ve hegomanik, daha "bilimsel ve rasyonel", daha açgözlü ve emperyal bir yarış veriyorlar.
Bu küresel firmalar ya da emperyal devletler; çevre, ahlak, doğa, insan, sağlık, emek, toplum gibi daha birçok değeri de acımasızca çiğneyebiliyor. Savaş çıkarmaktan, karışıkları desteklemekten, borçlandırmaktan, işgalden bile çekinmezler. Ve bunları öyle bir ambalajlayarak yaparlar ki koskoca kitleler bile onları haklı görebilir ya da gündeme bile getirilmeden yapılanların üstü örtülebilir. Algı yönetimi ve manipulasyon çok rahat işletilerek kitleler kanalize edilebilip "cici bir durum" muş gibi gösterilebilir.
"Yığma yarışı" ne kadar sorunsa "tüketme yarışı" da bir o kadar sorundur. Yarışın en fazla kendinigösterdiği yerlerden biri de tüketim kültürümüzdür desek hata yapmış olmayız herhalde. Tüm canlılar gibiinsanoğlu da hayatını devam ettirebilmek için bir takım temelihtiyaçlarını gidermek zorundadır.
Beslenme, barınma, korunma gibi temel ihtiyaçlarımız olduğu gibi bunun yanında sosyal ve kültürel ihtiyaçlarımızda var. Ve bu ihtiyaç listesi hayatımızın ilerleyişine, yaşımıza, cinsiyetimize, mekâna, zamana ve sosyoekonomik durumumuza göre değişebiliyor, şekillenebiliyor.
Ürün çeşitliliğinin ve seçeneklerin çok olduğu bir ekonomik sistemin içinden geçiyoruz. Herkesin zevk tercihlerine göre artık bir tüketim ve üretim modeli var. Tek tip değil artık eskisi gibi. Bu çeşitlilik, insanların daha da fazla tüketim iştahını kabartıyor. Firmalar müşteri zaafını bildikleri için ve bir ürünün her daim yeni sürümünü ortaya çıkardıkları için müşterilerin zevk ve doyum eşikleri ile standartları daha da üst seviyeye çıkıp çok değişkenli olabiliyor. Bu tür müşteri tipi de artarak devam ediyor.
Alışverişe, "ihtiyaç karşılama" yaklaşımından ziyade; alışveriş, "mutluluk aracı, doyum sağlama, statü elde etme, saygınlık kazanma, alışveriş ürünleri üzerinden kendini gösterme, dikkat toplama, popüler olma, mutsuzluklarını örtme, kendini gerçekleştirme" gibi belki daha da fazla sayabileceğimiz niyet ve yaklaşımlar taşır oldu. Ürünlerdeki bol çeşitlilikle beraber moda, trend olma, akıma ayak uydurma ve sosyal medyada hızlı bir şekilde görünme gibi diğer tetikleyici unsurlar da bu tüketim yarışını daha da hızlandırıyor tabi ki. Bu tip müşteriler için artık "tüketim yarışı" ; bir varoluş gayesi, bir kimlik kazanma, sosyal hayatta var olma, bir ideoloji, bir yaşam tarzı, bir doyum aracı, kendini ifade etme ve sosyal benlik kazanma aracı olmuş gibi gözüküyor. Bu fenomen, ne kadar "ben" oluyor, insan ne kadar "kendi" olabiliyor ya da "özgür" oluyor üzerine düşünmek lazım. Tüketim yarışını daha da tahrik etme ve kızıştırma özelliğine sahip olan reklam sektörü, çok profesyonelce ve teknolojik imkanlarla insanın psikolojisine sızmayı başarabiliyor. Ve bu sızma halinden sonra, tüketim yarışına hazır hale getirilmiş marka ve alışveriş bağımlısı neo-köleler, kitleler halinde ortaya çıkıyor.
Yarışın en ezeli ve acımasızı da siyasi ve askeri alanda olsa gerek. Çok geriye gitmeden son birkaç yüzyıldaki bazı coğrafyaların askerî ve siyasi tarihini göz önüne getirirsek bu önermenin doğru olduğunu farkederiz. Sömürge yarışları, askerî ve siyasi hinterlandı genişletme yarışı,endüstri ve silahlanma yarışları, güçsüz olan devletleri uydu devlet haline getirme hamleleri gibi askeri ve siyasî meseleler bu yarışın en görünen tarafıdır. Bu dikkat çektiğimiz askerî ve siyasi
yarışın sonuçları, 1. ve 2. Dünya savaşlarında 60 milyonun üzerinde ölen insan, yaşanan göçler,değişen demografik ve siyasî yapılar, hastalık ve katliamlar olarak kendini gösterdi. Hala da kendini göstermekte devam ediyor.
Başarmak, amaç ve hedef sahibi olmak, bunun için hayatımızdan gereksizleri çıkarmak, çaba sarfetmek, gayretli bir emek harcamak, koyduğumuz hedefler uğruna rekabet halinde olmak,ideal ve ülkü sahibi olup bu uğurda usanmadan istikrarlı bir yürüyüş içinde olmak, bu ideal ve ülküler için minimal yaşayıp hazza karşı mesafeli durmak ... gibi daha bir çok motivasyon yüklü ahlaklı bir modele kimsenin itirazı olmaz. Bilâkis bu insan tipi idealize edilerek ona gıpta ile bakılır.
Hatta dozajında-dengeli-ölçülü ve etik sınırlarına sadık olan hırs ve rekabet, insanın hedefi önündeki en zor engelleri bir bir aşmasını sağlar. Ciddi bir motivasyon kaynağıdır. Bu diri tuttuğu motivasyonla amaçlarına ulaşarak başarı sağlar. Başarılar insanın zafer hanesine yazıldıkça; insanın benlik algısı gelişir, saygınlığı artar, mutlu olur, kendini gerçekleştirir, iradesi güçlenir,bireyin kişisel tarihi daha da gelişir, özgüveni arttığı için yeni girişimlerde bulunur, bu girişimci ruhunu etrafına yansıtarak başkalarına bağımlı olmaktan, sülük gibi yaşamaktan ve taklitçilikten kurtulur, ezik bir kişiliğe sahip olmaktan çıkarak özgün olur, üretken olur, edilgen değil etken bir varlık olarak kurtarılma beklentisinin kölesi olmaz, azmi kamçılar ve bu azim işbirliğini ve maruf olan ortak amaçları tetiklediği zaman da elde ettiği başarıları paylaşarak başka kişi ve toplumların da kalkınmasına vesile olur, kişiyi konfor merkezli bir hayattan çıkararak başkalarına ilham kaynağı olan bir hayat tarzına sahip olur. Kısacası kendi cümlesinin öznesi olur.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi "ölçülü ve etik sınırlarına sadık, değerleri gözeten hırs ve rekabet", inşallah beraberinde de başarıyı getireceği için bireyin, toplumun ve kurumların potansiyellerini açığa çıkartıp onları kinetik bir yapıya döndürür. "Nasip gayrete aşıkmış" dedikleri gibi odaklanmayı sağlayarak bireysel ve toplumsal tempoyu artırıp bunu kültürel davranış alışkanlığı yapar ve bir miras olarak gelecek nesillere aktarır. Hatta bu denkleme, merhum Cevdet Said'in deyimiyle "bireysel ve toplumsal değişimin bir yasası"dır dersek abartmış bile olmayız.Fakat ölçüsüz, dengesiz, değersiz, sınırsız bir "hırs" ve rekabet dürtüsünden doğan ahlaksız ve güç gösterisine dönüşmüş bir "yarış", hiç de masum değildir.
Açgözlülüğe, hasede ve çekememezliğe bürünmüş bir yarış, sınırsız kazanma arsuzusunu tetiklediği için insanda yeterlilik duygusunu köreltir ve insan tatmin olmaz. Doyum ve mutluluk eşiği yükseklerde olacağı için kazanma zorunluluğunun kölesi olmuş bir şekilde tek kalıp haline sıkışıp kalır. Bu sıkışıp kaldığı hırs kalıbı, yetinme ve beklenti düzeyini yükselttiği için hep "yoksunluk" psikolojisi içinde olacaktır.
Bu yoksunluk psikolojisi ona bir kırbaç gibi şaklayacağı için kendinde performansını artırma zorunluluğu hissedecektir. Zafere giden yola odaklandığı için kazanmaya giden her yolu mübah görüp yükselmek için başkasının omzuna basarak yükseltmekten, sürekli olarak bir kıyaslama yapmaktan, entrika siyaseti üretmekten ve hile stratejisi icad etmekten çekinmeyecektir. Tabiri yerindeyse Yunan mitolojisindeki zafer tanrıçası "Nike" nin kulu olmuş ya da "hevasını ilah edinmiş" bu kişilik yapısının ürettiği hırs, ne pahasına olursa olsun yarışı kazanmanın yollarını deneyecektir. Kontrolsüz hırs insandaki yarışı daha da tahrik edeceği için kazanma baskısını doğuracaktır.
Bu durum insanın kendi kendine uyguladığı bir şiddettir, bir mobingtir aslında. Bu kazanma hırsı, zehirli bir başarının bünyeye zerkedilmesidir. Bu bal tadı veren zehir insanda; tek bir kalıba girme, mükemmel olma ve hata yapmama zorunluluğu hissetme, eksiksiz ve kusursuz kazanma, en önde ve birinci olma, bu başarı trendini hep yüksek tutma, ilgi odağı olma, öne çıkma ve itibar sahibi olma, olmak istediği gibi görünmek için rol yapmak zorunda kalma, idealize ettiği imgeye ulaşmak için kendinle savaş halinde olma gibi kişilik problemleri doğuracaktır. Sonunda narsist bir kişilik ortaya çıkarma olasılığı yüksek olan bu hırslı yarış aynı zamanda; stres, depresyon, takıntı, en ufak bir yenilgi ve başarısızlıktan dolayı kendini suçlama, tükenmişlik hissi, sürekli pişmanlık hali, keşkelerle dolu cümleler,kaygı hali ve
elindeki varolan imkanları fark edememe, mutluluğu yakalayamama gibi psikolojik problemleri de doğuracaktır. En sonunda da bu sorunlar, insanda biyolojik bir hastalığı da beraberinde getirerek, "yeryüzünü bir ring, hayatı da bir boks maçı gören" bu "yarış insanı"nı, hayat nakavt edecektir.
Aklı, mantığı ve duyguları körelten, değer ve ahlakî sistemleri alt üst eden, insan, doğa, toplum,kültür, varlık gibi olguları önemsemeyen, hayatı ve yeryüzünü savaş meydanına çeviren, insanın kimyasal dengesini bozan, varoluşsal yüzleşmeyi erteleyen, yüksek devirli ölçüsüz hırslı bir yarış; tarihi ve sosyolojiyi de kaotik hâline getireceği için bu yarışta olanı da olmayanı da bedel ödetecektir. Tarihin tecrübesi bize bunu söylüyor.
Kendi kuyruğunu yiyen yılan misali muhteris, kuralsız, haddi aşan bir yarışta ne kazanıyoruz ne kaybediyoruz ve kimlere bedel ödetiyoruz sormak lazım. Arenada hayatta kalma mücadelesi veren gladyatör, kendinden daha güçlü bir kahraman çıkınca ölümü ya da yenilgiyi tadacaktır bir gün. Ona da yaşattıklarını bir başka gladyatör yaşatır eninde sonunda. Bir gladyatör gibi alkışlarla öldürürken bir gün alkışlar arasında ölebiliriz. Ama bu "acımasız yarış sistemi döngüsü", uğruna can veren ve can alan yeni gladyatörler üreteceği de kesin gibi gözüküyor.
Yeryüzünü hipodrom, hayatı at yarışı, hırslı arzuları kamçı, insanı jokey olarak gören mekanizma, yeni yarış atları üretmeye şartlandıran yapısı gereği, insan psikolojisini hep "yarışçı" olmaya heveslendiriyor. Bu "yarış sistemi"ne dahil olmadan önce, uyanık bir bilinçle sistemin ezici-kesici dişleri ciddi sorgulamalardan geçmesi gerekiyor.